CHP Genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu:
-"Asıl beka sorunu Türkiye’nin bu şartlarda borçlanmasıdır. Bu Düyun-u Umumiye Hükümeti’ni mutlaka yollayacağız. Türkiye’nin aydınlığa çıkması için gerekirse 16’lı masa kuracağız."
-"Deprem bölgesine elektrik ve doğalgaz faturaları gelmeye başladı, bu doğru değil. Şimdi ‘Para yok’ diyecekler. Hayır efendim var. Televizyonlara çıkıp milyarlarca lira vermeyi taahhüt eden ama ödemeyenler kim, açıklasınlar."
-"İstanbul’a ihanete doymamış olacak ki Erdoğan hâlâ ‘İstanbul'un rantından nasıl faydalanabilirim’ arayışı içinde, kupon arazilerin peşinde. Aç tavuk kendini buğday ambarında görürmüş…"
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, TBMM CHP Grup Toplantısında yaptığı konuşmada şunları söyledi:
Belli temel konulara değineceğim ama her şeyden önce bizleri televizyonlarının, radyolarının başında, sosyal medya hesaplarında izleyen bütün vatandaşlarıma, bu güzel coğrafyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar hepsine en içten Cumhuriyet Halk Partisi Grubundan sevgiler, saygılar, dostluklar gönderiyoruz.
Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak elbette ki her soruna değiniyoruz ve nasıl çözülmesi gerektiği yönünde de düşüncelerimizi ifade ediyoruz. Ama izin verirseniz başlangıcı üzüntülü bir haberle yapalım. Kenan Nuhut, önemli bir sporcuydu, yol arkadaşımızdı; ağır bir hastalığı yaşadı ve uzun süre yaşadı. Sonunda onu sonsuzluğa uğurladık. Halter Federasyonu Başkanlığı yaptı, Avrupa Halter Federasyonu Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Kendisine Allah'tan rahmet diliyoruz, ailesine, yakınlarına ve camiamıza da başsağlığı diliyoruz. Allah rahmet eylesin diyorum.
Değerli arkadaşlarım, bir deprem felaketi yaşadık; 6 Şubat 2023'te merkezi Kahramanmaraş olan, 11 ilimizde büyük acılar yaşatan ve hepimizin yüreğini oraya taşıyan bir deprem felaketi yaşadık. 50 binin üzerinde insanımız hayatını kaybetti. Yaralılar var, kolunu bacağını kaybedenler var. Dolayısıyla hâlâ yaraların sarılmadığını hepimiz biliyoruz. Ama yüreğimiz o bölgede ve o insanların bu ülkede huzur içinde yaşamaları için, acılarının en azından giderilmesi için hepimize düşen görevler var. Depremden hemen sonra bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıktı ve o bölgede evi yıkılan, işyeri yıkılan insanlarımızın doğalgazlarının ve elektrik borçlarının ödenmemesi, terkin edilmesi, silinmesi yönünde bir kararname çıktı. Elbette güzel, elbette olması gereken bir kararnameydi. Aradan bir süre geçti, malum uzun bir süre, 5 ayı aşkın bir süre geçti. Dolayısıyla evi yıkılmayan ama kısmen oturulabilir durumda olan veya evi hiç yıkılmayan pek çok depremzedeye elektrik faturaları ve doğalgaz faturaları gelmeye başlandı.
Değerli arkadaşlarım; depremi yaşayan, o büyük travmayı yaşayan insanlara en azından 85 milyon olarak katkı vermek istedik, moral vermek istedik, maddi açıdan, manevi açıdan her türlü desteği vermek istedik. Kampanyalar açtık, belediye başkanlarımız o bölgelere gittiler. Büyüğü küçüğü hep beraber "acaba depremdeki yaraları nasıl sarabiliriz" diye mücadele ettiler, emek harcadılar. Şimdi bu faturaların gelmesi doğru değil. En azından yıl sonuna kadar deprem bölgesindeki en azından evlerin elektrik ve doğalgaz faturalarını bizler ödeyebiliriz. Bakın bunun için hemen şunu söyleyecekler: "Efendim paramız yok." Hayır efendim, paramız var. Depremden hemen sonra bir kampanya açıldı, Türkiye Tek Yürek Kampanyası açıldı. Değerli arkadaşlarım, bu kampanya 213 televizyonda ve 512 radyoda yayınlandı. Ortak yayındı... Herkes karınca kararınca katkı vermeye çalıştı. Taahhüt edilen para 115 milyar 146 milyon 528 bin lira. “Biz bu parayı ödeyeceğiz” dediler. Televizyonlara çıktılar, adlarını sanlarını hepimiz dinledik. Ben de bir aylığımı ödeyeceğim dedim ve hemen götürdük, normal aylığımızı Türkiye Tek Yürek Kampanyası çerçevesinde yatırdık.
Değerli arkadaşlarım, acı olanı şu: 115 milyar liranın 74 milyar lirası yatırılıyor, 41 milyar lirası ise hiç yatırılmadı. Kim bu parayı ödemeyenler? Ben adım gibi eminim; eğer bu parayı, taahhüt ettiğim parayı ben ödemeseydim, şimdi bütün havuz medyası aylarca, günlerce yayın yapardı. Acaba bu parayı ödemeyenler beşli çeteler mi? Yandaşlar mı bu paraları ödemeyenler? Hatırlarsınız şehitler için de para toplanmıştı, o paraya da el koydular. Şimdi buradan açık ve net çağrıda bulunuyorum. Lütfen grup başkanvekillerimiz ve grup başkanımız da bu konuyu Türkiye Büyük Millet Meclisi gündemine getirsin. Nerede bu paralar? Kim ödemedi bu paraları? Televizyonlara çıkacaksınız, parayı ödeyeceğim diyeceksiniz, anlı şanlı laflar edeceksiniz, parayı ödemeye gelince yok olacaksınız. Kim takipçisi olacak? Biz olacağız biz; bu halkın karşılaştığı her sorunun takipçisi biz olacağız.
Değerli arkadaşlarım, başka bir şey daha: Bu paralar yıl sonuna kadar deprem bölgesindeki bütün evlerin elektrik ve doğalgaz paralarını karşılar, bir de ayrıca artar. Bu paralar bir kişinin şahsi parası değil. Taahhüt edilen paraların toplanması, ödemeyenlerin kamuoyuna açıklanması ve gereğinde yapılmasını istiyoruz. Belediyelerden şu anda kesintiler biraz daha arttı, yüzde 40-50'lere vardı. İller Bankası parayı kesiyor... Ya vicdanınız kurusun, en azından deprem bölgesindeki belediyelerin paralarını kesmeyin. Bunlar insanlara hizmet ediyorlar, sorunlarını çözmeye çalışıyorlar. Bu çağrımızı da yapmış olalım.
Değerli arkadaşlarım, bir başka acı olay; medya dediğiniz organ toplumun sesidir, toplumun sözüdür. Toplumun duygularını yansıtır. Haksızlıklar varsa, yasadışı işlemler varsa gazeteci gazeteciliğini yapar, etik kurallar içinde bunu topluma bildirir. Tatvan'da da bir gazeteciyi Sinan Aygül, Tatvan Belediyesi'ndeki bir olayı gündeme getiriyor ve bu gazeteci arkadaşımız bölgedeki bütün yolsuzluk haberlerini yapan yürekli bir gazeteci. Vay sen nasıl böyle bir haber yaparsın diye belediye başkanının korumaları tarafından adeta linç ediliyor. Kendisini aradım, geçmiş olsun dileklerimi ilettim; hukuk desteğini her ortamda ve her zaman verebileceğimizi de kendisine aktardım. Sağ olsun barolar, avukatlar yardımcı olmuşlar. Attığı bir Tweet şöyle, onu da okumak benim boynumun borcudur. Çünkü yolsuzluklar konusunda Cumhuriyet Halk Partisi'nin ne kadar duyarlı olduğunu Mısır'daki sağır sultan da biliyor.
"Şahsıma yönelik gerçekleşen alçaklığın sebeplerinden biri de geçen hafta yaptığım haberdi. Hadsiz bir haraminin rant çetelerine peşkeş çekmeye çalıştığı kamu malının satışı ihalesi bugün iptal edildi. Bugüne kadar susturamadınız, bugünden sonra da susturabilmek ve artık susturmaya çalışmak bile haddimize değil. Biz susmayacağız, siz haramiler geri adım atacaksınız" diyor. Evet, susmayacağız, haramilere geri adım attıracağız.
Değerli arkadaşlarım; geçen hafta söz etmiştim, yine sözünü etmekte yarar görüyorum. Türkiye Cumhuriyeti'nin her hangi bir vatandaşı milletvekili olmak isterse kuralları var, yasalar var. O yasalar çerçevesinde gider, başvurusunu yapar; yargıçlar yani Yüksek Seçim Kurulu "evet sen milletvekili adayı olabilirsin" diye onaylar, onayladıktan sonra da seçime girer. Vatandaş eğer oyunu verirse milletvekili olarak seçilir ve gelir. Tutuklu bir arkadaşımız var; Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 600 milletvekilinden birisi Can Atalay tutuklu. Seçimi kazandı, mazbatasını de aldı ama parlamentoya gelip yemin edemiyor. Anayasa'ya aykırı, Meclis İçtüzüğü’ne aykırı, geleneklerimize aykırı, demokrasiye aykırı... Meclis Başkanı’na çağrı yaptım, bu Meclis'in itibarını, saygınlığını koruyacak olan sizsiniz. Eğer tutuklu bir milletvekili seçildiği halde ve yargı kararı olduğu halde, mazbatasını aldığı halde Meclis'e gelip yemin edemiyorsa asıl sorumlu sensin. Bir daha söylüyorum: Sayın Numan Kurtulmuş, asıl sorumlu sensin. Onu oradan çıkaracaksın, gelecek ve yeminini edecek.
Biz her yerde ve her ortamda demokrasiyi savunduk. Bizim partili veya bir başka partili değil, kim haksızlığa uğradı ise onların hep yanında olduk, olmaya da özen gösterdik. Hep birlikte yeni olmaya özen göstereceğiz, çalışacağız. Çünkü biz Cumhuriyet Halk Partisi'yiz. Çünkü biz devleti kuran partiyiz. Çünkü biz bu ülkeye demokrasiyi getiren partiyiz. Bu çerçevede yolumuza devam edeceğiz.
Gazeteciden söz ettim, nasıl saldırıya uğradığını da ifade ettim Tatvan'da; bir de bazen de farklı gazeteler var. Bir gazete nasıl olur da -rakamı tam vereyim- 3 milyon liraya yakın bir reklamı verir, Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı seçilmesin diye. Yeni Şafak Gazetesi'nden söz ediyorum. Hangi şafak, hangi yenilik, hangi demokrasi, hangi etik değerler, hangi ahlaki değerler? Sen gazetesin, beni övmek zorunda değilsin, lehime yazı da yazmayabilirsin ama objektif olmak zorundasın; kalemini, iradeni saraya ipotek etmemek zorundasın. Facebook hesaplarından 3 milyon liraya yakın bir para harcıyor; benim için harcıyor, benim seçilmemem için harcıyor. Bu nasıl bir gazetecilik anlayışıdır, nasıl bir ahlak anlayışıdır? 3 milyon lira parayı nereden buldun sen? Kim sana verdi o parayı? Buradan çağrı yapıyorum, Hazine ve Maliye Bakanı’na çağrı yapıyorum. Dürüst bir insansan ahlaklı bir insansan, o 3 milyon lira parayı nereden buldu ve nasıl harcamaları yaptı? İnceleyeceksin, inceleyeceksin ahlaklıysan, erdemliysen... Bir gazete böyle bir şey yapabilir mi? Elinde bütün veriler var, hatta eleştirinin ötesine, hakarete varan bir sürü laflar var. Dava açacağım ama Yeni Şafak Gazetesi'nin ne mal olduğunu da bütün Türkiye'nin bilmesini isterim. Yalan haber, iftira üzerine haber yapan bir gazete, gazete olur mu Allah aşkına? Bu kadar ahlaksızlık olur mu?
Geçen hafta kalemini satan gazeteciler demiştim, bazı gazeteciler çok sert bir ifade olduğunu ifade etmişlerdi. Doğrudur, belki öyle bir ifade kullanmasam da olurdu. Ama iradesini ipotek eden, Saray'a ipotek edenler varsa bunu eleştirmek de benim en doğal hakkımdır. Gazeteci gazeteciliğini yapacak, siyasetçi de siyasetçiliğini yapacak. Elbette gazeteci eleştirebilir, beni beğenmek zorunda da değildir. Ama bir kan davasına dönüştürüp hakaretler ve yalanlar üzerinden Facebook hesaplarına özel olarak belli paralar ödeyerek bu çalışmaları yapmayı gazetecilikle bağdaştırmıyorum. Bunu herkesin bilmesini isterim.
Değerli arkadaşlarım; İstanbul bizim için de, Türkiye için de, dünya için de önemli bir merkezdir. Erdoğan boşuna söylemiyordu; "İstanbul'u kaybeden Türkiye'yi kaybeder" diye. Evet, oylarını 2002'deki rakamlara indirdik; yüzde 35'lere, 34'lere indi. Ne olursa olsun hâlâ ben İstanbul'u nasıl alabilirim, İstanbul'un rantından nasıl faydalanabilirim arayışı içinde. Belki unuttuk, telefon edip İstanbul'un kupon arazilerini benim bilgim dışında satamazsın diyen oydu. İstanbul'un kupon arazilerinin sarayla ne ilgisi var diyeceksiniz. İstanbul'un kupon arazilerinin Erdoğan'la ne ilgisi var diyeceksiniz. Haramzadelerin bir özelliği vardır; doymazlar, çünkü onlar sürekli yolsuzluk yaparlar. Bir daha ifade edeyim: Haramzadeler doymazlar. İstanbul'da Ekrem Başkan kazandıktan sonra bir miting yaptık. Mitingden sonra İstanbullu bir işçi bana şöyle bir mesaj atmıştı: "İlk kez İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı hepimizi toplayıp bir mitinge götürmedi." Öyle yapıyorlardı. Belediye otobüsleri bedava, metrolar bedava, vapurlar bedava... İnsanları taşıyorlar, zorla mitinge geleceksin. Gelmeyenleri sizi işten atarız diye tehdit ediyorlardı. Ama biz hiç öyle bir şey yapmadık. Ahlakımız buna el vermiyor, erdemimiz buna yer vermiyor, insana saygımız buna el vermiyor. Aynı şeyleri yapmak için yola çıktılar ve daha düne kadar biz İstanbul'a ihanet ettik diye kendi itirafı var. İstanbul'a ihanet eden demek ki ihanete doymamış olacak ki, ihanete devam etmek istiyorum diyor. Aç tavuk kendisini buğday ambarında görürmüş. Hiç kimse merak etmesin...
Sultanahmet Camii'nin o görkemli yapısını bile ranta teslim ettiler. Gökdelenler, milyarlık daireler, köşeyi dönmeler, beşli çeteler, uyuşturucu baronları... Bütün bunların tamamının İstanbul'da yaşandığını gayet iyi biliyoruz. Şimdi İstanbul'a kâbus gibi çöken o beşli çetelerden, baronlardan İstanbul'u temizlemeye çalışıyoruz, ahlakı egemen kılmaya çalışıyoruz.
Değerli arkadaşlarım; ekonomide ne kadar halkın zor durumda olduğunu hepimiz biliyoruz. Bugün asgari ücret açıklandı, net 11 bin 402 lira oldu. Bu rakam makul bir rakam mı? Beni şaşırtan Türk-İş Başkanı’nın buna hiç itiraz etmemesi. Makuldür diyor bu rakam, öyle anlıyorum ben. Oysa aynı Türk-İş'in yaptığı bir açıklama var: Bekar bir çalışanın yaşama maliyeti 13 bin 439 lira. Asgari ücretli 11 bin 402 lira alacak evli, 2 çocuklu diyelim. 11 bin 402 lirayla ve kiralardaki bu artışlar da varken bununla geçinmeye çalışacak. Ama bir işçinin, bir kişinin çalışma yaşam maliyeti 13 bin 439 lira olacak ve siz buna itiraz etmeyeceksiniz. Bu doğru değil. İşçinin hakkını ve hukukunu korumak her şeyden önce sendikanın görevidir. Eğer sendika iradesini saraya ipotek etmişse, sendikacı olmaktan çıkar. Onun adı hukukta sarı sendikacılıktır, işin Türkçesi budur. Biz söyledik, öyle olağanüstü bir artış yapmayın. Ama makul nedir? 15 bin lira civarında bir şey verirsiniz. Yani bir işçinin, bekar bir çalışanın yaşam maliyetinin en azından bir parça üstünde olsun. Bu da kabul görmedi. Dolayısıyla işçinin hakkını ve hukukunu savunmak yine bize düştü.
Şimdi gelelim esas esas meseleye. Çok sık tekrar edilen bir sözcük var: Beka. Nedir beka? Bir beka sorunumuz var. Hatta bazen derler, "Kılıçdaroğlu bir beka sorunudur, Kılıçdaroğlu bir milli güvenlik sorunudur" diye söylerler. Beka nedir? Önce buradan başlayalım: Bir devletin toprak bütünlüğünü, ahdi hukukunu ve anayasal düzenini iç ve dış tehditlere karşı koruması suretiyle hayatiyetini devam ettirmesi bekadır. İç tehditler, dış tehditler, toprak bütünlüğü, Anayasal düzeni, bunları korumak bir bekadır. Devletin varlığını koruyacaksınız, devletin saygınlığını koruyacaksınız, devleti ezdirmeyeceksiniz. Devlet saygın olacak, devlet koruyucu olacak. Kemal Tahir'in dediği gibi devlet ana olacak, vatandaşının üzerine titreyecek, bayrağını koruyacak vatandaşıyla beraber, saygınlığını koruyacak. Budur devletin bekası.
Türkiye'de bir beka sorunu var mı? Evet, Türkiye'de bir beka sorunu var. Çok açık ve çok net söylüyorum. Özelikle son cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan'a oy veren vatandaşlarıma seslenmek istiyorum: Türkiye'nin gerçek anlamda bir beka sorunu vardır.
1) Eğer devleti yöneten bir kişi mal varlığı dolayısı ile teslim alınmışsa, mal varlığı dolayısıyla kendisine yönelik eleştirilere tek cümle dahi kuramıyorsa, o kişi teslim alınmış kişidir ve o kişi eğer devletin en tepesindeyse Türkiye için bir beka sorunudur. Devleti yöneten kişinin mal varlığı dışarıda. Biz bilmiyoruz ama onlar biliyorlar. Nerelere yatırdıklarını biz bilmiyoruz ama onlar biliyorlar ve tehdit ediyorlar. Kızdırma, senin mal varlığını açıklarız... Tek bir cümle dahi kurulamıyorsa, bu ülkede bir beka sorunu artık oluştu demektir. Söylemesi gereken cümle ne? "Araştırmazsanız namertsiniz, bizim verilmeyecek hesabımız yoktur. Ben Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Cumhurbaşkanıyım, beni böyle asla tehdit edemezsin" demesi gerekirdi. Demedi... Demek ki Türkiye'nin bir beka sorunu var.
2) Gazi Mustafa Kemal'in iki temel ilkesi vardır değerli arkadaşlar. Bir, siyasi bağımsızlık. "Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir" der. Bu siyasi bağımsızlıktır. Bayrağımızın altında özgürce yaşarım, hiçbir güç bana müdahale edemez. Ama ikinci bir ilkesi daha var: "Savaş meydanlarında kazanılan zaferler, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazsa siyasi bağımsızlığımızı koruyamazsınız" diyor. Demek ki ekonomik bağımsızlık bu kadar değerli. Eğer ekonomik olarak birilerine bağımlıysanız, kapı kapı dolaşıyorsanız, Türkiye'yi tefecilere teslim etmişseniz bir beka sorunumuz var demektir. Geçen hafta Duyun-u Umumiye hükümeti demiştim, Duyun-u Umumiye kabinesi demiştim; yani devleti uluslararası tefecilere teslim eden bir kabine demiştim. Eğer bir devleti siz uluslararası tefecilere ve onların yandaşlarına, onların siyasi aktörlerine Türkiye'yi teslim etmişseniz bir beka sorunumuz var demektir.
Bakın değerli arkadaşlar, Erdoğan döneminde her ay ödenen faiz 2 milyar 222 milyon 770 bin 872 dolar. Her ay ortalama bu kadar faiz ödenir, 85 milyonun sırtından bu faiz ödenir. Her gün ödenen faiz, 73 milyon 88 bin 24 dolar. Her saat ödenen faiz 3 milyon 45 bin 334 dolar. Beka sorunu budur. 85 milyonu uluslararası tefecilere çalışır hale getirmek, bir borç batağı içine Türkiye'yi sürüklemek ve para bulmak için olmadık taklalar attırmak, gidip birilerine yalvarmak, gidip birilerine yakarmak ve Türkiye'nin iradesini satmak... Bir daha ifade ediyorum: Türkiye'nin iradesini satmak, bu beka sorunudur. Biliyorum diyecekler ki: Türkiye'nin iradesi satıldı mı?
3) Türkiye'nin iradesi satıldı. Toplum unutabilir ama biz unutmayacağız. Değerli arkadaşlarım, biz unutmayacağız bunu. İstanbul'da bir cinayet işlendi, Kaşıkçı cinayeti. Suudi Arabistan kökenli birisi ya da vatandaşı İstanbul'da Suudi Arabistan Konsolosluğu'nda öldürüldü, cinayet işlendi. Eğer bu ülke bağımsızsa ve bu ülke gerçekten saygın bir ülkeyse ve bu ülkenin uluslararası bir itibarı varsa, cinayet burada işlendiyse davanın burada görülmesi ve sanığın burada yargılanması gerekirdi. Ama bu yapılmadı. Para için Türkiye'nin iradesi satıldı, yargının iradesi satıldı. Neden Türkiye'nin iradesi satıldı diyorum. Çünkü hakim, Türk milleti adına karar verir. Benim adıma değil, Erdoğan adına da değil, Türk milleti adına karar verir. Türk milleti adına karar veremiyorsa bir hakim, o iradeyi oradan alıp Suudi Arabistan'a veriyorsan, iradeyi satıyorsun demektir. Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin iradesini satmıştır. Biliyorum şimdi bana diyecek ki, dava açacağım. Açmazsanız namertsiniz, açmazsanız. Bunların tamamını ispat edeceğim...
Beka sorunu budur; devletin iradesini satmaktır, devletin yargısını satmaktır. Bu karara yürekli bir hakim -ismini de vereyim- Nimet Demir güzel bir gerekçe yazmış. Uzun ama o gerekçenin bir bölümünü okumak isterim hafızalarımıza yenilensin diye: "Suud yetkililerinin ülkemizde Cemal Kaşıkçı'ya karşı gerçek gerçekleştirdikleri pervasız ve hunharca cinayet ülkemizin ehil belde vasfına, devletimizin onur ve saygınlığına büyük saldırıdır. Ne yapalım, Suud yönetimi yargılamak için sanıkları vermiyor acziyeti içinde davanın devri ve sanıklar hakkında kırmızı bültenin kaldırılması, toplumun adalet, eşitlik, dürüstlük gibi değer yargılarıyla bağdaşmadığı kanaatindeyim ve reddediyorum ben bunu" diyor. Bu hakim işte, milletin iradesini satmayan bir hakim... Eğer sizi önce borçlandırıp sonra teslim almışlarsa, işlenen cinayeti bile "sen yargılama kardeşim, kendi ülkeme gönder, bana gönder" diye talimat verir ve o talimatın gereği yerine getirilir. Kim? Siyasi otorite tarafından. Kim siyasi otoritenin başı? Erdoğan'dır. Türkiye Cumhuriyeti'nde yargının iradesini satan kim? Erdoğan'dır. Bu kadar açık, bu kadar net söylüyorum, bu kadar açık, bu kadar net...
İşte bu bir beka sorunudur kardeşlerim, arkadaşlarım, dostlarım, bir beka sorunudur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu pozisyonuna tarihinde hiç düşmemişti. Benzer olaylar oldu ama yargılandılar, Türkiye'de yargılandılar. Kırmızı bülteni kaldırıyorsunuz, gönderiyorsunuz davayı, sen bak diyorsunuz; avucunu açıyorsunuz, bana biraz para ver... Ya Türkiye Cumhuriyeti Devleti ne zamandan beri dilenci konumuna düştü? İşte beka sorunu budur. Eğer bu sorunu halkımıza anlatamazsak; ya bir dava var, ne var verelim... Birisi de gelir, yarın der ki: Şu toprağı da bize verin kardeşim. Ne var, verelim... Bunun örnekleri de vardır. Akdamar Adası'nın istendiği görüşmeleri de biliyorum tarihte ama Türkiye hiçbir zaman bu pozisyona düşmedi. İlk kez tarihinde bu kadar açık ve net bir beka sorunu yaşıyor.
Değerli arkadaşlarım; öyle bir beka sorunu yaşıyor ki ve öyle teslim alınmış ki, "Büyük Ortadoğu Projesi'nin eş başkanıyım" dedi. Kimsin sen ya? Seni kullandılar, Suriye'ye soktular. 24 saat içerisinde Emevi Camii'nde namaz kılacaktı değil mi? Ne oldu? Milyonlarca Suriyeli geldi, yetmedi Afganlar geldi, yetmedi dünyanın her tarafından insanlar geldi. Sınır? Sınır diye bir şey kalmadı. Bana söyler misiniz, dünyada hangi ülke böyle bu pozisyonda, hangi ülke? Dünyada bir numarayız. Kapı diye bir şey yok, sınır diye de bir şey yok. Milyonlarca insan burada ve bu insanlar Türkiye'de değil Avrupa'ya gitmek istiyor. Ne oldu? Avrupalılar dediler ki: Bir dakika; size para verelim, siz bunları orada tutun. Evet, pazarlık bu. Size para verelim, bütün sıkıntıyı siz çekin, biz kendi ülkemizde rahat edelim. İşte beka sorunu budur. Devletin iradesini sattılar, 85 milyon iradesini sattılar. Beka sorunu budur... Şimdi Kilis'e gidin, Hatay'a gidin; ya büyükşehir belediye başkanını şikayet ediyor, esnaf şikayet ediyor "ne olacak halimiz" diye.
Değerli arkadaşlarım; elin oğlu rahat etsin diye bütün sıkıntı bizim başımıza yıkıldı. Ne için? Beyleri borçlandırdılar ve teslim aldılar. Kaçırdıkları paraların kaynağını biliyorlar ve teslim aldılar. Beka sorunu budur işte arkadaşlar. Bugün aynı zamanda Dünya Mülteci Günü. Ne tesadüf değil mi? Beyler rahat etsin diye bütün sıkıntıları biz çekiyoruz. Beyler rahat etsin diye Avrupalılar, bütün sıkıntıları biz çekiyoruz. Gittim, Avrupalılara da söyledim, bunu şimdi söylemiyorum. Suriye'de kan gövdeyi götürürken hiçbirinizin kılı kıpırdamadı dedim. Hepiniz oturuyordunuz evlerinizde, saraylarınızda oturuyordunuz. Ama ne zaman ki oradan kaçanlar size gelmeye başladılar, bağırmaya başladınız bunlar buraya niye geliyor diye. Niye kan dökülürken sesiniz çıkmıyordu? Hani sizin etik değerleriniz vardı? Hani siz dünyaya medeniyet satıyorsunuz? Hani medeni ülkelerdiniz? Sırtıma yükü vuracaksın, elime vereceksin 3-5 dolar, bunu çek diyeceksin benim rahatım bozulmasın diye. Erdoğan bunu yaptı, bu milletin iradesini sattı. İşte beka sorunu budur değerli arkadaşlarım, bu beka sorunudur.
Demografik yapımız değişiyor. Diyorlar ya biz milliyetçiyiz; bunların milliyetçiliği kağıt üstünde, hepsi palavra. Bunların milliyetçilikle falan hiçbir ilgisi yok. Zaten söylüyordu Erdoğan, "bütün milliyetçiliği ayaklarımın altına aldım" diye aslında itiraf ediyordu da. Şimdi plağı değiştirdi ama bir beka sorunudur değerli arkadaşlarım.
Benzer bir olay, Türkçe dahi bilmeyen kişiye vatandaşlık veriyorsun sen; para için ya, para için ve bu gelip oy kullanıyor. Ya bir ülkenin itibarı bu kadar mı ayaklar altına alınır ya? Bu kadar mı rezil rüsva yapılır ya? Bütün dünya bize gülüyor ve bütün dünyada saygın insanlar da kaygı duyuyorlar Türkiye'nin geleceği açısından. Bunları anlatıyorum, gittiğiniz yerde bütün bunları yer vererek, rakam vererek, kanun maddesi vererek anlatmak zorundasınız. Şimdi grup başkanvekili arkadaşıma da söylüyorum; Türkiye'nin beka sorunu diye bir araştırma önergesi vereceksiniz. Bunların tamamını rakamlarla beraber -burada rakamları veremiyorum.- Türkiye'nin beka sorununu anlatacaksınız. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin tutanaklarına bunların girmesi lazım. Artık bu ülkenin ülkeye ihanet edenlerden kurtulması lazım.
Şimdi geldik bir noktaya. Seçimler bitti. Ne yapacaklar? Uyuşturucu baronları zaten yerlerinde, zaten herkes orada rahat, Türkiye de hesaplaşıyorlar ama bir de tefeciler var, uluslararası tefeciler var. Onlar Türkiye'ye para vermiyorlar. Neden? Faiz düşük diyorlar, bu faizle ben buraya gelmem diyorlar. Para getirmem, sıcak parayı getirmem faizi yükselteceksin. E Erdoğan Nas demiş, Allah demiş, Peygamber demiş, faiz haramdır demiş... Nasıl yükseltecek? Nasıl yükseltecek? Yani Türkçesi halkımızın deyimiyle tükürdüğünü nasıl yalayacak? Nasıl olacak bu iş? Dediler ki, kolay sen yapma, sana bir tane Hazine ve Maliye Bakanı bulalım, onu getir. Ama o yetmez, Merkez Bankası? Merkez Bankası'na da buluruz, Amerika'da var bu işleri yapan, onu da getiririz. Birisini Merkez Bankası Başkanlığına ata, birisini Hazine ve Maliye Bakanı yap, faizleri artırsın. Biz parayı getirelim, o zaman getiririz, vurgunu yaparız. Ama faiz ne olacak? Şimdi yerel seçimlere kadar ufak ufak artırın, ondan sonra dolar bazında yüzde 40 olmazsa parayı getiremeyiz. Yüzde 40...
Şimdi buradan Erdoğan'a oy veren bütün vatandaşlarıma sesleniyorum: Elinizi vicdanınıza koyun ve bir daha düşünün. Dünyada hangi devlet dolar bazında yüzde 40 faiz verir? Dünyada hangi devlet -sömürgeler de dahil- dolar bazında yüzde 40 faiz verir? Verecekler, göreceksiniz... İşte bu beka sorunudur değerli arkadaşlar. Düşünün, koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde onların önerisi dışında ya bulamadınız mı bir Hazine ve Maliye Bakanı? Ya koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nde bulamadınız mı kardeşim bir Merkez Bankası Başkanı? Onun hakkında da dünya kadar rivayet var, Amerika'da yargılanacak. Ya bulamadınız mı düzgün bir adam ya? Üniversiteden hocalar bulamadınız mı? Koskoca Merkez Bankası'ndan bu işleri bilen birisini bulamadınız mı? Bulurlar ama uluslararası tefeciler onu istemiyor. Tefeciler diyorlar ki, bizim söylediklerimizi getireceksin, onlar bize güven veriyor, onlar bizim istediklerimizi yapacak. Biz dolar bazında yüzde 40 faiz alacağız. E Nas? Efendim o dünde kaldı. Din, iman? O da dünde kaldı. Ahlak? O da dünde kaldı. Hani erdem? O da dünde kaldı. Hayatımda bu kadar ahlaksız bir siyaset, hayatımda Türkiye ihanet eden böyle bir siyaset hiç görmedim. Bir daha ifade edeyim: Bu kadar ahlaksız ve Türkiye'ye ihanet eden böyle bir siyaset görmedim.
Bizim, yani Cumhuriyet Halk Partisi'nin yoğunlaşması gereken alan budur. Türkiye ciddi bir beka sorunu yaşıyor. Nasıl Milli Kurtuluş Savaşı sonrası Kuvayı Milliyeciler bu partiyi kurduysa aynı noktadayız. Bu Duyun-u Umumiye hükümetini ne yapıp yapıp göndereceğiz. Hatırlarsanız ben iki Türk işadamını Türkiye de gelsinler ve bir uzay üssü kursunlar diye davet etmiştim, davet edecektim. Hatta NASA'da çalışan Türk mühendisler "biz de geleceğiz" demişlerdi. Ya söylemedikleri kalmadı; casus mu demediler, CIA mi demediler, bilmem neler dediler, bir sürü laf. Onlar gelecek bankayı teslim etmiyoruz, Hazine ve Maliye Bakanlığı'nı teslim etmiyoruz; ya bir atölyede çalışacaklar, uzay ile ilgili projeler geliştirecekler. Buna itiraz ama Merkez Bankası'nın başına getiriyorsun tık yok, tık yok... Hazine ve Maliye Bakanlığı'na getiriyorsun. Üstelik ben değil kendisi diyordu. Halk Bankası'nı dolandırdı. Halk Bankası'nı dolandıran bir insanın hazinenin başında ne işi var, maliyenin başında ne işi var? Bunlarda din iman yok arkadaşlar, bunlarda ahlak yok, bunlarda erdem yok. Ahlaklı adam çıkar, özür diler milletten.
Faizi indirmeyeceğim diyordun değil mi? Uluslararası tefeciler bastırdılar ve kabul ettirdiler; yükselteceğiz, yerel seçimlerden sonra da 40'a çıkaracaksın. Tefeci niye gelsin Türkiye'ye, niye gelsin? Londra'daki tefeciler niye gelsin? Biz sermaye getirecektik, tefeci değil. Dikkatinizi çekerim; sermayeye yatırım yapacaktık biz, yatırım yapacaktık. Onlar tefeci getiriyorlar. Çünkü yatırım için gelmiyor, kolay para kazanacaklar. Getireceğim dolarları, yüzde 40 faiz alacağım dolar bazında. Dünyada böyle bir ülke yok, bu kadar sömürülen bir ülke de yok. İçimi acıtan bu ülkenin Milli Kurtuluş savaşı vermiş olması; içimi acıtan o, Duyun-u Umumiye'yi kapatmış olması.
Duyun-u Umumiye nedir, o konuda da vatandaşlarıma bilgi vereyim. Daha önce Duyun-u Umumiye den söz etmiştim bundan birkaç yıl önce. Osmanlı borç batağına batıyor, borçlarını ödeyemiyor; yabancılar geliyorlar, Duyun-u Umumiye idaresini kuruyorlar. "Paraları biz toplayacağız, borçlarımızı biz kendimiz ödeyeceğiz, sen kendi işine bak" diyorlar. Duyun-u Umumiye'nin Türkçesi budur ve Duyun-u Umumiye idaresinde yani yabancıların yönettiği Duyun-u Umumiye idaresinde çalışan 9000 memur var o tarihte, Osmanlı'nın Maliye Bakanlığında çalışan memur sayısı 5500. Duyun-u Umumiye'de çalışan memur sayısı, Osmanlı'nın Maliye Bakanlığında çalışan memur sayısından daha fazla. Bunlar geldiler -Düyun-u Umumiye diyemiyorlar- Borçlar İdaresi Genel Müdürlüğü kurdular, Borçlar Genel Müdürlüğü kurdular. Bunun da Türkçesi zaten Osmanlı Borçları İdaresi demektir. 1854 yılında Osmanlı ilk borcu aldı, Duyun-u Umumiye borçlarının kapatılması tam 100 yıl sonra 1954'te kapandı.
Bir devletin bu şekliyle borçlanmasının nasıl bir beka sorunu yarattığını tarih bilenlerin tamamı bilir, erdemli insanların tamamı bilir. Bunlar Türkiye'yi bu batağı içine soktular. Hiçbirisinde toplu iğne ucu kadar vatan sevgisi yoktur. Türkiye'yi bu hale getirip uluslararası tefecilere teslim edenlerde vatan sevgisi toplu iğne ucu kadar yoktur. Onlar kişisel ikballerini düşünürler.
Yaptıkları şu: Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni uluslararası sermayenin sömürüsüne açmaktır. Bir daha ifade edeyim: Türkiye Cumhuriyeti devletini, onların adamlarıyla, yani yabancıların adamlarıyla, uluslararası sermaye güçlerinin sömürüsüne açmaktır ve bunu yapıyorlar. Görevleri bu çünkü. Bunlar vatandaştan oy ama talimatı dışardan alırlar. Vatandaşa her türlü yalanı söylerler, her türlü yalanı. Benimle ilgili de sahte videolar hazırladılar. Allah büyüktür, çıktılar ve bunu itiraf ettiler montaj diye.
Şimdi ben oy veren vatandaşlarıma seslenmek isterim; Ne oldu bu videolar?.. Ne oldu bu videolar? Sahte video hazırlayana sahtekar denir, öyle değil mi? Sahte video hazırlayana sahtekar denir. Sahtekardan da cumhurbaşkanı olmaz, bu kadar açık.
Ve son... Bakın bütün bu anlattıklarım hangi tabloda olduğumuzu gösteriyor, nerede olduğumuzu gösteriyor ama hiçbirimizin, hiçbir Cumhuriyet Halk Partilinin umutsuzluğa kapılma hakkı da yoktur, yetkisi de yoktur. Hiç birimiz umutsuzluğa kapılmayacağız. En zor koşullarda Türkiye'yi aydınlığa çıkarmak bizim görevimizdir, tarihin bize yüklediği bir görevdir bu.
Açık ve net söylüyorum; değil altılı masa, Türkiye'nin aydınlığa çıkması için gerekirse 16'lı masa kuracağım. Yeter ki Türkiye'yi aydınlığa çıkaralım. Bu Duyun-u Umumiye kabinesini mutlaka ama mutlaka göndereceğiz ve bunun onuru 25 milyon kişiye ait olacak!
Hepinize saygılar sunuyorum.