CIA’nın hesap hatası Taliban oldu; ya 28 Şubat’ınki?

Okunma Sayısı: 4889    |    Yazı Tarihi: 24.08.2021


Yıl 1998 idi. Sheraton Otelinde Amerikan istihbaratı CIA’nın önceki başkanlarından Stansfield Turner ile konuşuyorduk. Az ileride kuşbakışı Ankara’yı seyreden eşi Eli sabırsızlanıyordu; Kale’ye gidecek, Anadolu Medeniyetleri Müzesini gezeceklerdi. Emeklilik günlerinde turistik amaçlı bir seyahat gibi duruyordu; şehirde olduklarını öğrenince ABD Büyükelçiliği üzerinden zorlukla sağlamıştım bu kısa görüşmeyi.

Kore ve Vietnam savaşlarında da görev yapmış Emekli Oramiral Turner 1977-1981 arasında CIA Başkanıydı. Bu dönem bizi üç nedenden ilgilendiriyor. Birincisi bu görev süresi Türkiye’nin dolu dizgin 12 Eylül 1980 askeri darbesine gittiği ve darbenin yapıldığı dönemi kapsıyor. İkincisi 1 Şubat 1979 İran İslam Devrimine denk geliyor. Üçüncüsü de 3 Temmuz 1979’da ABD Başkanı Jimmy Carter’ın Afganistan’daki Sovyet etkisine karşı “Kasırga Harekatı”nın başlama emrini vermesi. Harekatın fikir babası, “Yeşil Kuşak” diye bilinen Sovyetleri güneyinden İslami etkiyle baskı altına alma siyasetini kurgulayan Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezeinski idi. Pakistan, İngiltere, Suudi Arabistan ve Çin istihbaratıyla koyu İslamcı aşiretleri örgütleyip, silahlandırıp eğitme koordinasyonu ise CIA’nın göreviydi. Bu işi üstlenen de şimdi karşımda ak saçlarıyla sakince çayını yudumlayıp eşine mahcup “Birazdan bitiyor” bakışları atan Turner idi.

Pek çok soruma yanıt vermemesi şaşırtıcı değildi benim için; istihbaratçılar böyleydi. Örneğin 12 Eylül’de ABD’nin rolünü sorduğumda şöyle geçiştirdi:

• “Darbe olduğuna pek şaşırdığımızı söyleyemem. Askerler, politikacıların memleketi olmasını istedikleri gibi yönetemediğini düşünüyorlardı. Tam olarak nasıl ve ne zaman darbe olacağını bildiğimizi sanmıyorum, ama bunun muhtemel olduğunu biliyorduk.”

Yine de buradaki “olmasını istedikleri gibi” ifadesini akılda tutalım, birazdan lazım olacak.


Taliban CIA’nın hesap hatası mıydı?

CIA’nın Afganistan’da ilk temas kurduğu İslamcı liderler arasında zaten Pakistan istihbaratı ISI ile bağlantılı olan Hizb-i İslami lideri Gülbeddin Hikmetyar vardı. Mücahit hareketinin ilk önderi Hikmetyar’ın CIA’nın fonlarından en çok para alan (yaklaşık 600 milyon dolar) kişi olduğu daha sonra ortaya çıkacaktı. Hikmetyar, 1985’te Refah Partisi İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın davetiyle, Necmettin Erbakan tarafından İstanbul’da da ağırlanacaktı. O tarihte daha Taliban, yani medrese talebeleri tarafından kurulan örgüt şekillenmemişti. Aslında Taliban, Sovyetlerin 1989’da yenilgiyi kabul ederek Afganistan’dan çekilişinden sonra yıkılışını da getiren 1989’daki çekilmesinden sonra mücahitler içinde güçlenmeye, diğer İslamcı grupları ve ABD’yi de tehdit etmeye başlamıştı. El Kaide’nin Suudi Arabistan’dan savaşmak için gönderilen mücahitler arasındaki Usame bin Ladin tarafından kurulması da 1988’dedir.

Peki, her şeyi planlayan “üst akıl” mücahitlere verdikleri para, silah ve eğitimin bir gün kendisine çevrileceğini görmemiş miydi? Üst akıl bu kadar akılsız mıydı?

Turner’ın, sanki kapıdan aynı anda kapıdan geçmek isterken omuzlarımızın çarpışmasına “kusura bakma” der gibi bir kayıtsızlıkla verdiği yanıt çok şey anlatıyordu. Aslında onlar Sovyetlerin dağılması ardından radikal İslamcı hareketlerden silahları toplayıp, ılımlılaştırıp, sistemi kendi kontrollerinde onlara emanet etmeyi planlamışlardı.

“Aslında kısmen benim de suçum var” dedi Turner; “Sovyetlerin bu kadar erken çökeceğini tahmin edemedik”. Sovyet ekonomisini olduğundan daha güçlü sanıyorlarmış, hesap ettiklerinden “on yıl kadar önce” çökmüş, 1991 sonunda dağılan Sovyetler Birliği.

ABD açısından nihai zafer Sovyetler’in çöküşüydü. Daha önce, 1960’ların ortasında İstanbul’da da CIA’nın istasyon şefliğini yaptıktan sonra Kabil istasyon şefliğini de yürütmüş olan Graham Fuller, yıllar sonra, “Kimse üstlenmeye kalkmasın, Sovyetleri biz yıktık” diye yazacaktı. Afganistan’daki Sovyet işgali onlar için bir vesile olmuştu, El Kaide’den Taliban’a, sonra IŞİD’e uzanan kanlı sonuçları ise bu hesap hatasının bir yan ürünü.


Türkiye’de siyasi İslamcılık, 12 Eylül ve 28 Şubat

O dönem 28 Şubat sonrası, 28 Şubat’ın Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın görevi “28 Şubat bin yıl sürecek” dediği Hüseyin Kıvrıkoğlu’na devrettiği günlerdi.

Türkiye’de İslamcı hareketlerin 12 Eylül sonrasında güç kazanmasında ABD’nin Yeşil Kuşak stratejisinin rolü olup olmadığını da konuştuk CIA’nın o dönemki direktörüyle. Şu yanıtı vermişti:

• “Bu saptamanın doğru olduğunu düşünüyorum. Sanıyorum askerlerin komünizmle mücadele adına İslami okullar [İmam Hatiplere böyle diyordu], Kuran Kursları vesaireyle ilgili yasaları gevşetmiş olduğuna dair yeterince gösterge var. Radikal İslam’a cesaret verdiler.”

Daha ayrıntılı olarak Meraklısı İçin Darbeler Kitabı’nda var. Turner’ın bu konuya bağımsız dış gözlemci gibi yaklaşması da bir ikiyüzlülük. Suudi Arabistan ve ABD işbirliğiyle Arap-Amerikan petrol şirketi olarak kurulan ARAMCO parasıyla, komünizmle mücadele adı altında bütün İslam dünyasına yayıgınlaştırılan Siyasi İslamcılık Türkiye’deki her üç darbe, 27 Mayıs, 12 mart ve 12 Eylül darbeleri sonrasında adım adım gelişti. Her üç darbenin de Diyanet İşlerinden sorumlu devlet Bakanı, 27 Mayıs cuntasının çekirdek kadrosunda yer almış olan Mehmet Özgüneş idi. Seçim kürsüsüne elinde Kuran ile çıkıp oy isteyen, din eğitimini Suudi icadı Rabıta kararları gereği Anayasal zorunluluk haline getiren, üstelik bunu Atatürkçülük kisvesi altında yapan 12 Eylül darbecisi Kenan Evren’den başkası değildi. 12 Eylül döneminde açılan İmam-Hatip okullarını rekoru ancak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın AK Parti döneminde kırılabildi.

Askerler 28 Şubat sürecini 12 Eylül’ün devamı gibi sunan bir psikolojik propaganda taktiği yürüttüler. O dönem Evren nasıl ülkeyi “anarşi uçurumunun” kenarından kurtarmışsa, şimdi de ülke “irtica uçurumunun” kenarından kurtarılacaktı.


28 Şubat’ın hesap hatasının sonuçları

Sürece “post-modern darbe” adını veren Genelkurmay karargahıydı ama bu tanım daha sonra Karadayı tarafından da “boşboğazlık” olarak tanımlandı. Karadayı’nın o günlerde Özel Kalem Müdürü olan Kurmay Albay Hulusi Akar, bugün Milli Savunma Bakanı olarak çok şeyin, örneğin Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in askeri nasıl Erbakan’a karşı kışkırttığının tanığı olsa gerek.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan’ın 1997’de Siirt’te okuduğu şiir yüzünden hapsedilmesi “Muhtar bile olamaz” türü manşetler onu siyasette öne fırlatan unsurlar oldu. Abdullah Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül, Ankara Üniversitesi Dil-Tarih Coğrafya Fakültesine başı örtülü diye alınmadı; 1968’de Ali Babacan’ın halası Hatice Babacan’ın Türkiye’deki ilk başörtüsü eylemini başlattığı okuldu. Bugün Erdoğan tarafından Kuala Lumpur Büyükelçisi atanan, kızı özel tercümanlığını yapan Merve Kavakçı, TBMM’de yemin ettirilmedi.

28 Şubat, Milli Görüş hareketi içinde sürekli kavga vaat ederek kitleleri ürküten Erbakan çizgisi yerine kavga etmeyeceği vaadiyle kavga etmeye hazır bir kuşağın doğuşu böylece tetiklendi. Erbakan’ın “Kanlı mı, kansız mı?” sözü nedeniyle kapatılan Refah Partisi yerine kurulan Fazilet Partisi Kongresinin 2000 Kongresinde Erbakan çizgisinin karşısına Gül’ün adaylığıyla dikilen işte bu “Yenilikçiler” idi. 2001’de AK Partiyi, Erdoğan, Gül ve Bülent Arınç’ın öne çıktığı bu ekip kurdu. Ecevit-Bahçeli-Yılmaz koalisyonunu dönemindeki ağır mali krizi Erbakan’ın “Adil düzen” sistemi düzeltemezdi ama “yenilikçi ekip artık Batı’ya “Hristiyan Kulübü” demiyor, tersine siyasi ve ekonomik bütünleşme vaat ediyordu; büyük sermayenin gözü böyle kamaştı.

AK Parti bir yıl sonra, 3 Kasım 2002 seçimlerinde, yalnızca yüzde 34 ile tek başına iktidar olduğunda Genelkurmay Başkanlığında bulunan Hilmi Özkök, yıllar sonra bir mülakatımızda bana “Kimlerin gönderildiğini, kimlerin yollarının asfaltlandığını gördüm” diye Erbakan’ın gidişi, Erdoğan’ın gelişini işaret edecekti.

2002’den bu yana ülkeyi yöneten AK Parti’yi doğuran koşullar bunlardı.


Din üzerine siyaset mühendisliği

CIA’nın 12 Eylül sırasındaki başkanının “Askerler, politikacıların memleketi olmasını istedikleri gibi yönetemediğini düşünüyorlardı” demesi 28 Şubat için de geçerliydi bir bakıma. Üstelik 12 Eylül modeliyle her şey Atatürkçülük kisvesi altında yapılıyordu.

Bu açıdan bakınca insan belki de ortada bir hesap hatası olmadığını, hesabın zaten bu olduğunu düşünebilir ama bu bakış insanı komplo teorileri girdabına da sürükleyebilir.

28 Şubat’ın generallerinden isimleri en çok bilinenler hapsedildi. O dönem de aktif gazeteciydim, haber kaynağı olarak tanıştıklarım var; o dönem onlara istediklerinden de fazla destek verenlerin şimdiki duruşlarını ibretle izliyorum. Yargının bir siyasi intikam aracı olarak kullanılması sorgulanıyor. Timsah gözyaşları döken iktidar yanlısı köşe yazarları, televizyoncular, “En büyük cezanın bu olacağını” söyleyerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı onları “affetmeye” çağırıyorlar. 28 Şubat’ın psikolojik propaganda taktikleri şimdi onlara karşı kullanılıyor.

ABD’nin küresel liderlik iddiası ise hiç olmadığı kadar hırpalanıyor. Bu durumu Çin ve Rusya gibi rakipleri açıkça, Fransa ve Türkiye gibi müttefikleriyse içten içe memnuniyet duyuyorlar.

Ama en azından, Afganistan’da olanlar ve Taliban’ın ABD’yi arkasına bakmadan gitmeye zorlamasını dini kullanarak siyaset mühendisliğine kalkmanın eninde sonunda ters tepeceği gerçeğine küresel bir örnek olarak görebiliriz.

Yanlış anlamayın lütfen; konumuz siyasi İslamcılığın güncel siyaset aracı olarak kullanılmasının ters tepmesi ama bu dediğim, din üzerinden siyaset mühendisliğinin ters tepmesi başka dinler için de geçerli.

Örneğin ABD yönetimi Sovyetlerin güneyini siyasi İslamcı yükselişle kuşatmak isterken Batısını da Katolik yükselişle kuşatmak istiyordu. Polonya, (Çekya ve Slovakya olarak ayrılmadan önce) Çekoslovakya ve Macaristan hedef ülkelerdi. 1978 yılında (ilk defa Vatikan dışından birisinin) Polonyalı Karol Józef Wojtyła’nın Jean Paul II adıyla Papa seçilmesi, 1980’de Dayanışma eylemlerinin başlaması, Sovyetlerin Afganistan’dan çekildiği 1989 yılında Berlin Duvarının yıkılmasını getirdi.


Bugün Polonya ve Macaristan, Katolik milliyetçiliğnin getirdiği baskıcı ve yabacı düşmanı yönetimler altında, Avrupa Birliğinin de, ABD’nin de baş ağrısı.

Asya’da siyasi İslamcılığı, Avrupa’da militan Katolikliği kullanma fikri de aynı beyinden, Polonya göçmeni bir aileden gelen Brzezinski’den çıkıyordu.

Polonyalı Papanın seçilişi, Dayanışma eylemlerinin başlaması da, Türkiye’de 12 Eylül süreci, İran İslam Devrimi ve Taliban’ı, El Kaide ve IŞİD’i doğuran Afgan mücahit hareketinin örgütlenmesi sırasında CIA’ın başında bulunan Turner dönemindeydi.

Tesadüftür, değil mi?


MURAT YETKİN İsimli Yazarın Diğer Yazıları